MUTFAK MABEDİM DEĞİL, ANI DEFTERİM OLDU
BU KİTAP ÇOCUKLUĞUNU GÖKYÜZÜ GİBİ BAŞININ ÜSTÜNDE TAŞIYAN HERKES İÇİNDİR*
* Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
hiçbir yere gitmiyor
Edip Cansever
Nurşen Şenol Güllüoğlu’nun ilk kitabı “Mutfağın
Hatıra Defteri” Ayizi Yayınlarından Ekim
ayında çıktı. Kapak resmi ve kitabın içindeki illüstrasyonlar Füsun Ürkün’e
ait.
Sanatın
her dalına ve okumaya tutkun emekli öğretmen Nurşen’i, 2009’dan beri yazılarını paylaştığı “Leylak
Dalı” isimli bloğundan tanımış ve yazılarının tutkunu olmuştum. Yaşadığı şehirler
olan Ankara’da ve Antalya’da karşılıklı kahve içip sohbet ettiğimizde de
yazılarını okurken hissettiğim tadı ve keyfi hissetmiştim. Bana blog dünyasının
kazandırdığı dostlardan oldu Leylağım. Kitabının yayınlandığını duyunca çok
mutlu oldum ve heyecanlandım. Elime aldığımda hiç bırakmadan zevkle okudum o
küçük kızın çocukluk anılarını.
İsmine
aldanıp yemek kitabı olduğunu düşünmeyin bu kitap, küçük bir kızın gözüyle
Ankara’da geçen çocukluğundan unutulmaz anılarını anlatıyor. Kitap tanıtımında “herkesin “dar ve sabit gelirli” ama
kimsenin “yoksul” olmadığı bir dünyayı hatırlatıyor bize” diyor. Küçük kızın
yaşadığı her anının ardından gelen yemek tarifleri ile o dünyanın içine
ışınlanıyorsunuz.
YAZDIKÇA
YAZDIM, YAZDIKÇA GELİŞTİM
Nurşenciğim
kitabın yolu açık olsun. Blog yazarlığından kitap yazarlığına geçiş sürecini
bize anlatabilir misin? 2009 yılında ilk bloğunu açtığında aklına gelir miydi sekiz
yıl sonra bir kitap yazacağın?
Hayatımın
her döneminde yazmayı çok sevdim. İlkokul birinci sınıftayken gazete çıkarmaya
niyet etmiştim de yanıma arkadaş bulamamıştım. Yoksa o zamandan başlayacaktı
maceram. Sonra ilkokul 3. Sınıfta bir şiir yazıp o zamanlar yayınlanan çocuk
dergilerinden birine yolladım. Birkaç ay sonra epey değiştirilmiş olarak çıktı
şiirim, sadece altındaki imza ve başlık bana aitti, çok bozulmuştum. Yalnız
şiirin konusu da köydü, 10 yıllık ömründe hiç köye gitmemiş biri olarak epey
cesur bir girişimmiş, adamların değiştirdiği kadar var yani. Daha sonraki
yıllarda yazma eylemim günlük tutmaktan öte geçmedi. Yalnız lisede kompozisyon
derslerinden parlak notlar alırdım. Sonraları üniversite telaşı, evlilik,
çocuk, iş hayatı gibi hayat gaileleri bir süre yazmaktan uzak tuttu. Hayatım
rutin bir akışa dönünce yazmaya tekrar başladım. Aklıma gelen her şeyi
yazıyordum, bazı kitap ve dergilerde ufak-tefek yazılarım yayınlandı. Hayatımda
duyduğum en büyük heyecanlardan biri ilk yazımın yayınlandığı karma bir kitabın
piyasaya çıkıp elime geçtiği gündü. Sonraları birkaç kolektif kitapta daha yer
aldım, yaşadığım kentin belediyesinin açtığı “Aile Tarihinde Kentiniz” isimli
bir yarışmada anneannemi, ailesini ve Niğde’yi anlattığım bir yazı ile ikinci
oldum. O sırada bloglar yaygınlaşmaya başlamıştı, bazı blogları okumaya
başladım ve sonra “neden benim de bir blogum olmasın” dedim. Kitabım yoksa
blogum olsun, hiç olmazsa yazdıklarımı birileri okur. Demek ki içimde bir kitap
yayınlama arzusu hep varmış. Açtım blogu, kısa sürede takipçim çoğaldı,
yazdıkça yazdım, yazdıkça geliştim. Birkaç yıldır bir kitap için kendimce
hazırlıklar içindeydim ama ağırdan alıyordum. Eş-dost teşvik ediyor, kız
kardeşim baskı üstüne baskı yapıyor ama ben hep kulak ardı ediyordum. Bir
zamanı varmış. Yaz sonu iş ciddiye bindi. Yayınevi yolladığım örnekleri
okuyunca devamını istedi. Her şey çok kısa sürede gerçekleşti. Eksikler çabucak
tamamlandı, çok sevgili ressam arkadaşım Füsun Ürkün çizimleri yaptı ve kapak
için resimlerinden birini kullanmama izin verdi. Böylece daha ben “ne oluyor?”
demeden kitap baskıya gitmişti bile.
MUTFAK
MABEDİM DEĞİL, ANI DEFTERİM OLDU
“Mutfağın Hatıra Defteri”nde anlattığın her anının içerisinde hafızanda iz bırakan
bir yemek yer alıyor. Sanırım her yemek damakta bıraktığı tat kadar hafızada da
iz bırakıyor öyle mi?
Aslında
çok iştahsız bir çocuktum küçükken, sadece belli yemeklere ve meyvelere
düşkündüm. Seçerek yerdim ve annem bana “ciciboğaz” derdi. Hal böyleyken yemeğe
olan merakım yemeğin kendinden ziyade sunumuna ve arka planına yönelikti. Bunca
yemek aklımda yer edip her biri bir öyküye konu olunca yayıncım bile bana
“iştahsızım diyorsun ama bayağı bayağı obur bir çocukmuşsun” dedi. İştahsızdım
gerçekten ama dikkatliydim, yemek yeme biçimleri, sofralar, yiyeceklerin
hazırlanışı hep dikkatimi çeker, zihnimde yer ederdi. Kalabalık bir akraba
çevremiz vardı ve hepsi de iştahlı, yemeğe düşkün insanlardı, haliyle böyle bir
ortamda mutfakla ilgili çok anı birikiyor.
“Mutfak mabedim olmadı anı defterim oldu” sözünü çok sevdim. Senin gibi
edebiyat ve sanatla iç içe olan bir kadın için mutfağın hayatındaki yerinden
biraz bahsedebilir misin?
Çocukken
yemek pişirmeye çok meraklıydım. Kitapta da bahsettim, annemin teyzesinin
Niğde’de muhteşem bir bahçesi vardı, dönümlerce uzanırdı. Yazları oraya
giderdik 10-15 gün. Orada büyük, mermer bir taş vardı. Orası benim mutfağımdı.
Bahçeden topladığım ot-çöple her yaz orada onlarca yemek kotardım aklım sıra.
Uzun yıllar tek çocuktum ben, haliyle kendimi avutma yöntemleri geliştirmiştim.
Yalnızlıktan hiç sıkılmazdım. Bunlardan biri de çeşitli gazete ve dergilerden
kestiğim meyve, sebze ve benzeri gıda resimlerini önüme koyduğum yemek tarifleriyle
sözüm ona pişirmekti. Saatlerce hiç sıkılmadan uğraşırdım bunlarla. Bir süre
sonra annemin Burda Dergilerindeki rengârenk yemek tariflerine merak saldım.
Ortaokuldaydım ve kırık dökük Almancamla sözlük yardımı alarak Türkçe ’ye
çevirmek için sıkı mesai harcardım. Hatta bir portakal jölesini çevirmeyi
başarmış, arkadaşlarıma pişirip ikram etmiştim. Bir kısmı ayıla bayıla yerken,
bir kısmı da gizliden çiçek saksısına dökmüştü. Sonra okul bitti, evlendim ve
bu iş keyif olmaktan görev olmaya dönüştü. Her gün yemek pişirmek ilk yılların
hevesi geçtikten sonra ciddi bir angarya haline geldi. Ben yemek pişirmeyi
sevmiyordum. Ben yeni tarifler denemeyi, pişirdiğim yemeği süslemeyi, onu
sunmayı, güzel sofralar hazırlamayı seviyordum. Sanırım sanat yönümle bağlantısı
buradan geliyor. Benim işim yemekle değil, o yemeğe katılan duygularla, o
yemeğin konduğu sofradaki sohbetlerle, o yemeği hazırlayanların değişmeyen
tarzlarıyla idi. O yüzden mutfak mabedim değil, anı defterim oldu.
FÜRUZAN’IN
ÖYKÜLERİNDEKİ İNCELİK, AYRINTI BOLLUĞU VE KULLANDIĞI DİL BENİ DERİNDEN
ETKİLEMİŞTİR
Türkiye’nin en iyi öykücüsü olduğunu düşündüğün Yazar Füruzan’ın lise son
sınıfta “Parasız Yatılı” kitabıyla hayatına girdiğini ve bir daha hiç
çıkmadığını biliyorum. “Bu kitapta yer alan öykülerden “Edirne Köprülerini”
yazabilmiş olmayı isterdim” diyorsun paylaştığın
ilk blog yazında. Yazarlığında nasıl bir etkisi oldu Füruzan’ın?
Füruzan
ayrıntılara önem veren, incelikleri keşfeden ve bunları olağanüstü bir dille
sunabilen bir yazar. Dün, bugün, yarın ve daima benim en sevdiğim öykücü olmaya
devam edecek. Ayrıntılar benim için çok önemlidir, gözlemci bir ruhum vardır.
Kimsenin dikkat etmediği şeyleri görürüm çoğu zaman. Toplu yerlerde insanları
gözler, onlara öyküler kurarım. Bir de Allah vergisi bir hafızam vardır, pek
unutmam. Füruzan’ın öykülerindeki incelik, ayrıntı bolluğu ve kullandığı dil
beni derinden etkilemiştir. Zira erken yaşta okumakla kalmayıp her bir öyküsünü
defalarca elimden geçirmişimdir. Keşke onun gibi yazmayı becerebilsem.
“Küçük kız Ankara’nın komik isimli semtindeki loş salonunda kurulu sobanın
üzerinde tıkırdayan yemeğe gözlerini dikmişti” Küçük kızın zihnine
yerleşen ilk yemek deneyimi o tencerede pişen tas kebabı. Ankara’nın
komik isimli semtini merak etmedim desem yalan. Yemekten ziyade o sofraların
canlandırdığı duyguyu anlatabilir misin?
Komik
isimli semti açıklamamda mahzur yok, Saimekadın. Bir yıl oturduk orada, çok
küçüktüm ama hafızamda özel bir yeri var. Pek çok ilkime sahne oldu. Onca
seneden sonra o soba ve üzerinde kaynayan o tencere hala gözlerimin önündedir.
Üzerinde oturduğum halı örtülü divan, önündeki masa hiç aklımdan çıkmaz.
Komşular keza, yan dairede oturan aile ve aslında çok efendi bir insan olmasına
rağmen ödümün koptuğu, uzaktan görür görmez saklandığım babaları, alt kattaki
Cennet abla ve abisi, komşu kızı, ilk arkadaşım Gülcan bir daha asla
karşılaşmamama rağmen tüm canlılığıyla aklımdadır. Anneannem ve dayımla
birlikte oturduk o evde, dayımla aramızda 9 yaş vardı ve inanılmaz kavgalar ederdik.
Hemen her sofrada mutlaka atışır ve ben anneannemden mutlaka azar işitirdim
oğlunu kızdırdığım için. O sofralar hep erken yaşta kaybettiğim ve çok sevdiğim
dayımın üç numaraya vurulmuş esmer kafasında cin gibi parlayan gözleriyle
belirir zihnimde. Ve babamın her akşam ihmal etmeden getirdiği parmak
çikolatalarla.
MİS GİBİ BİR
KOKUYDU MUTFAĞI DOLDURAN
Yaz günlerinin rengarenk gözdesi macuncu tezgahını anlatıyor küçük kız. “Önünde
açılan macun tablası değil gökkuşağıdır adeta, eğilip tablanın altından geçse
cinsiyet değiştirecektir sanki. Kırmızının parıltısı, sarının ışıltısı, yeşilin
ferahlığı “al beni” dercesine göz kırpmaktadır.” Babasının almasına kesin yasak
koyduğu macun yerine babayla birlikte yaptığı Büzeyden’i bize anlatır mısın?
Babamdan
hayatımda yediğim ilk ve tek tokattı, sanırım en az benim kadar, hatta benden
daha çok babam üzülmüştü sinirine yenilip attığı o tokata. Büzeyden bir çeşit
özür dileme idi. Sağlıklı bir özür dileme. Birlikte pekmezi bir sahana koymuş
ve koyulaşana kadar kaynatmıştık, mis gibi bir kokuydu mutfağı dolduran ve ben
o kokuyu nerede duysam babamı anıp bu olayı hatırlarım. Koyulaşan pekmez
büzeydene dönüşüp çatala dolandığında macunun yerini pek tutmamıştı ama ben
babamın özrünü çoktan kabul etmiştim.
OKUMAK İÇTEN
GELEN BİR ŞEY
Malum tüm anne babalar çocuklarının az kitap okuduğundan şikayetçidir. “Salona
geçip Doğan Kardeş dergisini alarak küçük somyaya uzandı.” cümlesini okuyunca özendim o küçük kıza. Ne yapmalı çocuklara
kitap okuma sevgisini aşılamak için?
Çocuklara
kitap okutmak, hele de bilgisayarın, internetin, tabletlerin ve her türlü sanal
oyunun hakim olduğu bu yüzyılda çok zor. Bu bence içten gelen bir şey. Okumayı
öğrendiğim zaman ilkokul öğretmenim bize hikaye kitapları dağıtmıştı. Hala
isimlerini hatırlarım, “Arap Cambi”, “Küçük Leylek Taktak”, “Tekir ile Mekir”
gibi resimli küçücük kitaplardı. Onları okurken aldığım doyumsuz zevk benim
ileride bir kitap kurdu olacağımın habercisiydi. Annem, babam çok okuyan
insanlar değildi ama ben deliler gibi okurdum, benden gören kardeşim de aynı
alışkanlığı edindi ama bu mutlaka böyle olacak değil. Evde çok kitap bulunması
ve ebeveynin çok kitap okuması teşvik edici olabildiği gibi caydırıcı da olabiliyor
ne yazık ki.
ŞİMDİKİ ANKARA, KOSKOCAMAN,
KABA SABA BİR KÖY
“Su kokar mı? Kokardı ever; mis gibi, bahar gibi, bulut gibi, su gibi
kokardı. Sarılıp öpmek isterdiniz.” Çocukluğunun en güzel günlerini artık
olmayan o bahçede geçirebildiği için kendini mutlu hisseden küçük kız günümüz
Ankara’sına baktığında ne görüyor?
Çok
şanslı bir küçük kızdım gerçekten. Sadece yazları gittiğimiz büyük teyzemin ve
dedemin bağı-bahçesi değil kendimizin uzun yıllar oturduğu ev de kocaman
bahçeli, arkasında kırların uzandığı bir siteydi. Bıkıncaya kadar sokakta oynayıp
ağaçla, çiçekle, böcekle, kuşla, kediyle, köpekle iç içe olduk. Yenimahalle o
zamanlar yeni kurulan bir memur semti idi ve bütün evler en fazla iki katlı ve
bahçeliydi. İnsanlar birbirine saygılı, kurallara uyan, iyi niyetliydiler.
Gerek o semtte gerek Ankara’nın içinde yeşil boldu, binalar kişilikli idi.
Şimdiki Ankara mı? Benim çocukluğumun hatta genç kızlığımın şehriyle alakası
olmayan koskocaman, kaba saba bir köy.
“Yazılmamış bir kuraldı, çocuklar tüm evlerin çocuğu, anneler tüm evlerin
annesiydi bu apartmanda, geri çevirmek olmazdı” O yılların naifliğini ve
sıcaklığını anlatan bu cümleyi ben çok sevdim. Dostluklar gibi komşuluklarda mı
değişti?
Değişti
maalesef, dostluklar belki değişmedi ama komşuluklar değişti. Aynı apartmanda
yıllarca oturup birbirini tanımayan insanlar var. Hayat şartları, eskiden
anneler pek çalışmazdı, haliyle gündüzleri birbirleriyle vakit geçirirlerdi.
Günümüzün çalışan kadınlarının komşuluk yapacak zamanları bile yok. Eskiden
devlet okullarından başka seçenekleri olmayan çocuklar şimdi bir yarışın içinde
debelenip durur ki değil komşu çocuklarını tanıyacak, nefes alacak vakte sahip
değiller. O apartmanın benim anılarımda bu kadar yer etmesine ve unutmayışıma
sebep o komşuluklardır zaten, şimdi ara ki bulasın.
18 ANI 18 YEMEK
TARİFİ
Mutfağın Hatıra
Defterinde 18 çocukluk anısını 18 yemek tarifi süslüyor.
Tas kebabı, Muzlu rulo pasta, Karnıyarık turşusu, Kuru kayısı tatlısı, Baba
usulü pekmezli, Elmasiye, Büzeyden, Bademli kayısı kompostosu, Kağıt helva
pastası, Yaprak kereviz salatası, Kedi dilli bisküvili küre pasta, Mahlepli çörek, Kayısı marmelatlı, Anne usulü
zeytinyağı barbunya, Uçuklu börek ekşili
pırasa, Yenge usulü spagetti, Ev yapımı çemen, Anneanne usulü topak köfte, Sucuk
içi köfte.
Bu tatları evde hala yapıyor musun?
Bir
kısmını yapıyorum, işin aslında biraz kolaya kaçıyorum. Pek zahmetli olanlara
girişmiyorum ya da kırk yılda bir oluyor. Bir de artık yaş icabı daha sağlıklı
beslenmeye gayret ediyoruz, sucukiçi köfteler, çemenler falan pek uygun değil.
Bunlar anneannem gibi eski toprakların bünyesine uyar, bizim gibi hormonlu
gıdalarla büyüyenlere değil. Eskisi gibi misafir ağırlamalar falan da kalmadı
ama yine de yılda bir-iki bu tatları hatırlayıp yaptığım oluyor.
Bu
güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum…
0 Yorumlar